30 Haziran 2011 Perşembe

Biyoloji

Biyoloji kısaca canlı bilimi demektir. Biyolojinin inceleme alanı içinde tüm canlılar yer almaktadır.
Canlıların beslenmesi, üremesi, birbiriyle ilişkileri vs. biyolojinin inceleme alanında yer alır. Biyolojinin birçok alt birimi vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Zooloji: Hayvanları inceleyen bilim dalıdır.
Botanik: Bitkileri inceleyen bilim dalıdır.
Genetik: Kalıtım bilimidir.
Moleküler Biyoloji: Biyolojiyi mikroskobik düzeyde inceler. Özellikle DNA yı inceler.
Mikrobiyoloji: Mikroskobik canlıları inceleyen bilim dalıdır.
Ornitoloji: Kuşları inceleyen bilimdir.
İhtiyoloji: Kuşları inceler.
İnsan Anatomisi : İnsan anatomisini inceler ve araştırır.

HÜCRE
Canlıların temel yapı ve işlevsel birimi hücredir. Bütün canlılar bir yada daha fazla hücreden meydana gelmiştir. Kalıtım materyali hücrede bulunur. Yeni hücreler var olan hücrelerin çoğalması ile oluşur.(Modern Hücre Teorisi)
Bu teoriyi şöyle açıklayabiliriz. Canlılarda gördüğümüz her türlü yapısal ve işlevsel faaliyeti hücrede görebiliriz. Yani bir hücre büyüme, boşaltım, üreme, hareket vs. gibi canlılığa özel işlevleri tek başına yerine getirebilir.
Bütün canlılar hücrelerin bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Tek bir hücreden meydana gelen amip,terliksi hayvan ve milyarlarca hücreden meydana gelen insan. Canlılığın en büyük özelliklerinden birisi hücresel yapıya sahip olmalarıdır.
Her türlü özelliğimizin oluşmasını sağlayan kromozomlar hücrede bulunur. Kromozomlar prokaryot (ilkel çekirdekli) canlılarda stoplazma içerisine dağılmış olarak bulunurken ökaryot (gerçek çekirdekli) canlılarda çift kat zarla çevrili çekirdek organelinin içerisindedir. Kromozomlar sayesinde ana babadaki özellikler genç hücrelere ve tabiki yavrularına geçer.
Anorganik ve organik evrim süreci dışında hiçbir hücre durduk yerde ortaya çıkmaz. Ancak var olan hücrelerin mitoz veya mayoz bölünme geçirmesiyle oluşur.
MİTOZ BÖLÜNME: Bir hücreden aynı özellikleri taşıyan iki yavru hücrenin meydana gelmesidir. Büyüme ve gelişme sırasında vücut hücrelerimiz bolca mitoz bölünme geçirerek çoğalırlar.
MAYOZ BÖLÜNME: Bir hücreden dört yavru hücrenin meydana gelmesidir. Üreme hücrelerinde görülen bir bölünme şeklidir. Canlıların çeşitlenmesine ve farklı özellikler kazanmasına olanak sağlar.
HÜCRENİN BÖLÜMLERİ: Hücre genelde; zar , stoplazma ve çekirdek olmak üzere üç kısımda incelenir.
Hücre zarı: Singer-Nicholson adlı iki bilim adamı tarafından ortaya atılan akıcı-mozaik zar modeli ile açıklanır. Bu modele göre hücre zarı tek katlı lipid tabakasından meydana gelmiş, karbonhidrat ve protein molekülleri lipid tabakasına gömülü durumdadır. Lipid tabakası sürekli hareket halindedir.
Stoplazma: Hücre zarı ile çekirdek arasını dolduran canlı sıvıdır. Büyük bir kısmı sudur. Içerisinde organel denilen çeşitli görevleri üstlenmiş ve özelleşmiş yapılar bulunmaktadır.Endoplazmik Retikulum: Çekirdek zarı ile stoplazma ya da hücre zarı arasında uzanan iletimle görevli kanal ve borucuklar sistemidir.
Golgi aygıtı: Hücrenin bazalında bulunan iç içe geçmiş tabak görünümünde zar sistemidir. Yağ sentezi ve lizozomların paketlenmesinde görevlidir.
Lizozom: tek katlı zarla çevrili içerisinde sindirim enzimleri bulunduran organeldir.
Mitokondri: Hücrenin enerji santralidir. Oksijenli solunumun gerçekleştiği yerdir.
Kloroplast: Sadece bitki hücrelerinde bulunan bu organel fotosentezin yani besin üretiminin gerçekleştiği yerdir.
Sentrozom: Bu organelde sadece hayvan hücrelerinde bulunur ve bölünme esnasında kromozomların kutuplara taşınması börevini üstlenmiştir.
Çekirdek: Hücrenin en önemli organeli ve yöneticisi konumundadır. Dış tarafı çift kat zarla çevrili içerisi ise karyoplazma denilen sıvı madde ile doludur. Ayrıca kromozomlar ve çekirdekçik te burada bulunur.

Hayvanlar Alemi


Ökaryot üst grubu içinde yer alan, aktif olarak hareket edebilen canlılardır. Hayvanlar Alemini çok ilkel canlılardan, en gelişmiş canlı olan insana kadar pek çok canlıyı bünyesinde barındırır. Hayvanlar âleminin Latince adı "Animalia" dir. Genellikle çevrelerine uyum sağlayan ve diğer canlılarla beslenen çokhücreliler alemidir. Vücutları, embriyonun bazı metamorfozlar geçirmesiyle gelişir. Ökaryotik çok hücreli organizmalardır. Besinlerini genel olarak sindirerek alırlar.
Hayvanların birçoğu hareketlidir ve bitkilerde tipik olan kalın hücre duvarları genellikle yoktur. Embriyonik gelişim esnasında büyük ölçülerde hücresel göçler ve doku organizasyonları görülür. Üremeleri primer (birincil) olarak seksüeldir; diploit kromozom taşıyan dişi ve erkekler mayozla haploit kromozomlu gametleri, bunlarda birleşerek diploid zigotu oluşturur.
1,5 milyondan fazla yaşayan türü tanımlanmıştır, fakat gerçek miktarın bazılarına göre 20 milyon, bazılarına göre de 50 milyondan fazla olduğu sanılmaktadır.

Hayvanlar ilk olarak 1- Omurgalılar 2- Omurgasızlar olmak üzere iki büyük gruba ayrılır.
Bazı omurgasız canlılar: Süngerler, mercanlar, solucanlar, midyeler, salyangozlar, örümcekler, böcekler ve daha birçokları sayılabilir.
Omurgalılar: Omurgalı hayvanların 7 tane sınıfı vardır. Bunlar:
1 Çenesizler (Agnatha): Çeneleri ve çift yüzgeçleri yoktur. İskeletleri kıkırdak yapıdadır. Örneğin Deniz dokuzgözlüsü
2. Kıkırdaklı Balıklar (Chondrichthyes): Kıkırdak yapılı iskeletleri vardır. Ağızlarında çok sayıda diş vardır. Kalpleri bir kulakçık ve karıncık olmak üzere iki gözlüdür. Bilinen en iyi örnekleri korkutucu görüntüleriyle Köpek balıklarıdır.
3.Kemikli Balıklar (Osteichthyes): İskeletini kemikler oluşturur. Balıkların birçoğu bu sınıfta yer alır. Kalpleri bir karıncık ve bir de kulakçık olmak üzere, iki bölümden oluşur. Böbrekleri gelişmiştir. Denizlerde ve tatlı sularda yaşarlar. Sazan, Hamsi, Alabalık, Uskumru, Tuna Balığı vb.
4.Amphibia (İki Yaşamlılar): Değişken sıcaklı (soğuk kanlı) hayvanlardır. Hem karada hem suda yaşadıkları için iki yaşamlılar olarak isimlendirilir. Erginleri akciğer solunumu yapar. Günümüzde yaşayan 6,022 adet iki yaşayışlı türü olduğu bilinmektedir
5 Sürüngenler (Reptilla): Yumurtlayarak çoğalan büyük bir sınıftır. Değişken vücut sıcaklıkları vardır. Tümü akciğer solunumu yaparlar. Kaplumbağalar, yılanlar, timsahlar, kertenkeleler ve nesli tükenmiş olan timsahlar bu sınıfın üyeleridir.
6. Kuşlar (Aves): Sabit vücut sıcaklıkları vardır. Vücutlarının tamamı tüylerle kaplı olan tek sınıftır. Ön üyeleri kanatlara dönüşmüştür. Kemikleri uçmada kolaylık sağlamak amacıyla hafiftir. Yumurtlayarak çoğalırlar. Kartal, şahin, güvercin, deve kuşu örnek olarak verilebilir.
7. Memeliler (Mammalia): En gelişmiş canlılar bu sınıfta yer alır. Sistemleri ve organları çok karmaşık ve gelişmiştir. Sabit vücut sıcaklıklı hayvanlardır. Vücutları genellikle kıllarla örtülüdür. Genç bireyler anne sütü ile beslenirler.Yavrular belli bir süre anne karnında taşınır. Genellikle bacak şeklinde oluşmuş dört üyeleri vardır. Solunumda diyafram kullanırlar. Alt çeneleri bir çift kemikten oluşmuştur; orta kulaktaki kemikler üç parçalı olup kulak zarı ve iç kulakla bağıntılıdır. Hemen hepsinde yedi boyun omuru vardır. En küçük memeli böcekçil bir canlı olan Cüce faredir. En büyük memeli ise Mavi balinadır. Bazı memeliler kış uykusuna yatar. Örneğin Sincap, ayı ve porsuk kış uykusuna yatarak enerjiden tasarruf sağlarlar. At, inek, koyun gibi bazı türler insanlar tarafından evcilleştirilmiştir. Yarasa uçabilen bir memelidir. Balina ise denizlerde yaşayan memelilere örnek verilebilir.
Dünya üzerinde yaklaşık 4500 memeli türü bulunur. Bunların 200 kadarı Avrupa’da görülebilir, Türkiye ise tek başına yaklaşık 170 memeli türü barındırmaktadır.

Bitkiler Alemi


BİTKİLERİN GENEL YAPISI
Bitkiler şüphesiz ki doğanın en önemli canlılarıdır. Sahip oldukları fotosentez yapabilme yetenekleriyle tüm canlılara doğrudan ya da dolaylı olarak hayat verirler. Fotosentez sonucunda oluşturulan oksijen birçok canlı için gereklidir. Üretilen besin ise bütün canlıların beslenmesi için gereklidir. Bitkiler aktif hareket edemeyen canlılardır. Genelde kökleriyle bir yere tutunarak yaşarlar. Şimdi gelin bitkilerin bazı organlaını yakından tanıyalım.
1-KÖK: Bitkileri toprağa bağlayan organdır. Ayrıca topraktan su ve mineral alınımını sağlar. Tohumdan çıkan ilk köke ana kök denir. Ana kökten çıkan diğer köklere ise yan kökler denir. Köklerin ucunda tüysü yapılar vardır. Kök yerçekimi yönünde büyür. Kök hücreleri klorofil içermez.
Bitkilerde bulunan Kök çeşitleri
a)Kazık kök: Bu kök tipinde bir tane ana kök çok iyi gelişmiştir. Yüksek yapılı ağaçların ve fasulyenin kök yapısı tu tiptedir
b)Saçak kök: Bir ana kök hakimiyeti yoktur. Köklerin hepsi beraber gelişir, Soğan ve buğday kökleri örnek verilebilir.
c) Yumru(Depo) kök: İçerisinde besin depolayan köklerdir. Örneğin turp ve havuç.
d) Tutunma kökü: Gövdenin duvara yada ağaçlara tutunmasını sağlayan köklerdir. Tırmanıcı bitkilerde görülür. Sarmaşık örnek olarak verilebilir.Bu köklerin dışında, hava ve destek kökleri de vardır.Kökün görevleri:• Bitkinin toprağa tutunmasını sağlar• Topraktan su ve suda çözünmüş minerallerin alınmasını sağlar• Bazı bitkilerde besin depolar.
2-GÖVDE: Bitkinin toprak üstünde gelişen,dik durmasını sağlayan,üzerinde dal,yaprak ve çiçekleri taşıyan kısmıdır. Gövdenin uç kısmında büyüme noktası bulunur ve buradaki hücrelerin çoğalmasıyla bitki uzar ve büyür. Gövdenin büyümesi genelde yerçekimine zıt yönlüdür. Gövde çeşitleri şunlardır:
a)Otsu gövde: İnce ve zayıf kök tipidir. Tek yıllık bitkilerde bulunur. Örn:buğday,mısır.
b)Odunsu gövde: Çok yıllık bitkilerin bulunan, sert,dayanıklı gövde tipidir.
c)Sarılıcı gövde: Duvara veya başka bitkilere sarılarak büyüyen bitkilerin gövdeleri bu tiptedir. Örn:asma, fasulye.
d)Sürünücü gövde: Toprak üstünde sürünerek büyüyen bitki gövdesidir. Örn:karpuz
e)Yumru gövde: Besin depolayan toprakaltı gövdesidir. Örn patates
f)Yassı gövde: Kısalarak yassılaşan ve yaprakların sık dizilerek gövdeyi örttüğü gövde tipidir. Örn:soğan,sarımsak,lale,pırasa.
g)Su depolayıcı gövde: kurak ve sıcak bölgelerde yaşayan, su depolamış etli gövdelerdir. Örn:kaktüsGövdenin görevleri:• Bitkinin dik durmasını sağlar. Dal, yaprak ve çiçekleri üzerinde taşır.• Kök ile yapraklar arasında su,mineraller ve besinlerin taşınmasını sağlar.• Bazı bitkilerde besin, bazılarında su depo eder.
3-YAPRAK:Bitkilerin fotosentezi en çok yapabilen yeşil kısımlarıdır. Bir yaprakta 3 kısım vardır. Bunlar: yaprak tabanı, yaprak sapı ve yaprak ayası. Yaprak ayası fotosentez yüzeyini arttırmak için yassılaşmıştır. Yaprağın yapısında çok miktarda klorofil ve gözenek bulunur. Su bitkilerinde gözenekler yaprak yüzeyinde, kurak bölge bitkilerinde ise alttadır. Gözenekler (stoma), bitkinin gaz alışverişini sağlayan yapılarıdır. Ayrıca bitkiler bu gözenekler sayesinde tıpkı insanlar gibi terleyerek yüksek sıcaklıklara karşı kendilerini korurlar. Terleme sayesinde, kökteki emici tüylerle besin alma işi devam eder. Bitkinin sıcaklığı ayarlanır ve bazı artık maddeler atılmış olur. Terleme ve gaz alış verişini sağlayan gözeneklerin yardımıyla yaprak görevlerini başarıyla gerçekleştirir. Yapraklar fotosentezle besin ve oksijen üretirler, terleme yaparlar.
YAPRAK ÇEŞİTLERİ Yaprak sapı dallanmamış yapraklara basit yaprak, yaprak sapının parçalanıp dallara ayrılmasıyla oluşan yapraklara bileşik yaprak denir. Yaprakların dalda dizilişi, güneş ışığından en iyi yararlanabilecek şekilde, birbirini örtmeyecek biçimdedir. Yapraklardaki klorofil sayesinde, güneş ışığının etkisiyle gerçekleştirilen fotosentezle bitkiler kendi besinlerini üretirler. Böyle kendi besinini kendisi yapabilen canlılara ototrof (üretici) canlı denir. İnsanlar ve hayvanlar gibi besinlerini dışarıdan hazır alan canlılara ise heterotrof (tüketici) canlı denir. Fotosentez (Karbon özümlemesi), ışık enerjisi ile su ve karbondioksitin birleştirilerek besin oluşturulması olayıdır. Bitkiler fotosentez sırasında havaya oksijen verirler.

4-ÇİÇEK:Çiçekli bitkilerde, bitkinin üreme organlarını taşıyan yapısına çiçek denir. Tam bir çiçek dıştan içe doğru 4 bölümde incelenebilir:
a) Çanak yaprak: Yeşil renkli, çiçeği dıştan koruyan dış yapraklardır.
b) Taç yaprak: Renkli, kokulu, gösterişli yapraklardır.böcekleri çiçeğe çekerek tozlaşmayı sağlarlar.
c) Dişi organ: Genelde tek ve çiçeğin ortasında,dişicik tepesi,dişicik borusu ve yumurtalıktan oluşur. Dişi üreme hücreleri yumurtalıkta gelişir. Yumurtalık döllenmeden sonra meyveyi oluşturur.
d) Erkek organ: Dişi organın çevresinde, sapçık ve başçıktan oluşan organlardır. Erkek üreme hücreleri olan polenler, başçıklardaki keselerde oluşurlar.Olgunlaşan polenlerin böcekler,rüzgar,su yada insan gibi etmenlerle dişi organın tepesine taşınmasına tozlaşma denir. Polenin içindeki dölleyici çekirdek (sperm), polen tüpü sayesinde yumurtalığa ulaşır ve yumurtayla birleşir. Buna döllenme denir. Döllenmiş yumurtaya zigot adı verilir, zigot gelişerek embriyoyu verir. Embriyo ileride bitkiyi oluşturacak yapıdır. Embriyo ve onu besleyecek olan besin doku ve tohum içinde bulunur. Yani tohum embriyoyu içinde barındıran ve onu koruyan yapıdır. Döllenmeden sonra, döllenen yumurta embriyoyu oluşturduğu gibi, yumurtalıkta etli ve sulu bir hal alarak meyveyi oluşturur. Meyve tek bir yumurtalıktan oluşursa, basit meyve (erik, kiraz,şeftali,vişne,fındık,ceviz,kestane) birden fazla yumurtalıktan oluşursa bileşik meyve (ahududu,böğürtlen,çilek) sadece yumurtalıktan oluşursa gerçek meyve (üzüm,şeftali,kiraz erik),yumurtalık dışındaki diğer organlarda (çanak yaprak,taç yapraklar vs.) oluşumuna katılırsa yalancı meyve (elma,armut,ayva) adını alır.Bitkilerin meyve ve tohumları olgunlaştıktan sonra su,rüzgar,hayvan ve insanlar aracılığıyla çevreye yayılır. Meyveler hayvanlar yada insanlar tarafından yendikten sonra tohumlar toprağa atılır. Toprakta uygun nem ve ısı olduğunda tohum içine su alarak kabuğunu çatlatır, böylece çimlenme olayı başlar. Çimlenmeyle yeni bir bitki oluşur. Açık tohumlular denen bitki grubunda, tohum taslakları meyve yapraklarıyla örtülü değildir. Örn;çam,ladin,sedir,köknar. Bu bitkiler her zaman yeşil kalan su bitkilerdir. Kapalı tohumlular denen grupta ise tohum taslakları meyve yapraklarıyla örtülü durumdadır. Örn;gül,gelincik,elma vs. Bu grupta otsu ve su türler bulunur, genelde bitkiler bu gruptandır.Bazı bitkilerse suda yaşarlar. Böyle bitkilerin suda tutunmasını sağlayan hava ve destek kökleri vardır. Su içinde olan gövdeden çıkan yaprak ve çiçekler su yüzeyinde görülürler. Bunların yapraklarındaki gözenekler üst yüzeydedir. Böyle bitkilere su bitkileri denir. Örn;nilüfer,su mercimeği,saz,su kamışı.
ÇİÇEKSİZ BİTKİLER (Sporlu bitkiler):Çiçek ve tohum yapısı olmayan bitkilerdir. Üremeleri spor keselerinde oluşan spor denen yapılarladır. Çiçeksiz bitkilerin kök,gövde,yaprak gibi organları da iyi gelişmemiştir. İletim demetinin bulunup bulunmamasına göre, damarlı ve damarsız bitkiler olmak üzere 2 gruptur. Su yosunları, karayosunları, ciğerotları damarsız çiçeksiz bitkiler grubundandır ve iletim demetleri bulunmaz. Eğreltiotları, kibrit otları ve atkuyrukları damarlı sporlu bitkilerdir ve iletim demetleri bulunur. Su yosunları (Algler): Deniz, göl, bataklık, nemli toprak ve ağaç gövdelerinde yaşarlar. Hücrelerinde klorofil vardır ve fotosentez yaparlar. Klorofilden başka renk maddesi de taşırlar ve bu pigmentlerine göre mavi-yeşil, yeşil, kahverengi, sarı, kırmızı suyosunu gibi gruplara ayrılırlar.Karayosunu: Nemli yerler, ağaç kabukları, kayalar ve toprak üzerinde görülen, küçük yeşil renkli bir bitkiciklerdir. Boyları 1-2cm. kadardır.Eğreltiotları: Ormanların nemli topraklarında yaşarlar. İletim demetleri olduğundan çiçekli bitkilerin en gelişmiş grubudur. Geniş yapraklarının alt yüzeyinde küçük kahverengi spor keseleri bulunur.
BİTKİLER VE ÇEVRE Bitkiler tüm dünya üzerinde karalardan denizlere geniş bir alana yayılmışlardır. Karalarda bitkiler, diğer ortamlara göre daha fazladır ve daha gelişmiştir. İklim bitkiler üzerinde önemli etkiye sahiptir. Bu yüzden kara bitkileri iklime bağlı olarak, çöl bitkileri, orman bitkileri, çayır bitkileri, step bitkileri gibi isimler alır. Her grup bulunduğu iklime ve ortama uyum sağlamış durumdadır. Bitkilerin yaprakları ne kadar büyükse kaybedecekleri su o kadar fazla olacaktır. Bu yüzden ılık ve nemli alanlarda yaşayan bitkilerin yaprakları büyük, soğuk ve kurak bölgelerde yaşayan bitkilerin yaprakları küçüktür. Bu yüzden bazı ağaçlar kışın yapraklarını döker.Çöl bitkileri suyun bulunmadığı kurak ortamlarda yaşadıklarından, su kaybını en aza indirmelidir. Bunun için, gövde su depo etmiş, yapraklar dikensi şekle dönüşmüş ve küçülmüştür. Kökleri daha fazla suya ulaşabilmek için derine iner. Çayır ve step bitkileri, genelde otsu ve çalımsıdır.Yağmur ormanları ise uzun ve sık ağaçlardan oluşur. Tropik yağmur ormanları, oksijen, karbon ve su çevrimlerinde önemli görev üstlendiklerinden, dünya ikliminin dengede tutulmasında büyük önem taşırlar.Yeryüzündeki farklı ikim kuşakları:
1)Sıcak kuşak(tropikal iklim): Ekvatorun iki tarafındaki dönenceler arasında kalan bölgedir. Sıcaklık yüksektir.ekvator çevresi çok yağışlı, bitki örtüsü zengin ve ormanlıktır(tropik yağmur ormanları). Dönencelere yaklaştıkça çayırlar ve seyrek ağaçlar görülür. Dönenceler çevresinde bozkırlar ve çöl bitkileri görülür.
2)Orta kuşak(ılıman iklim): Dönenceler ile kutup daireleri arasında kalan bölgedir. Bu kuşakta 4 mevsim yaşanır. Yağışı bol olan yerlerde ormanlar, diğer yerlerde bozkırlar görülür.
3)Kutup kuşağı(soğuk iklim): kutup daireleri ile kutup noktaları arasındaki bölgedir. Çoğu kar ve buzlarla kaplıdır. Bodur çalılar,yosunlar,az sayıda otsular yetişir.Bitkiler ormanlık alanlara daha çok yağmurun yağmasını sağlar. Ayrıca kökleriyle toprağı tutar ve toprağın oluşmasını da sağlar. Yağan yağmurun bitki kökleri tarafından tutulması sonucu yer altı suları oluşur. Bitkilerin en önemli özelliği güneş enerjisini kullanarak besin ve oksijen üretmeleridir (Fotosentez). Hayvanların yaşamaları için gerekli enerji, bitkilerin ürettikleri besin ve oksijenden sağlanır. Canlılarda birinin diğerini yemesi sonucu besin zinciri oluşur. Bitkilerde besin olarak depolanan enerji, bir besin zinciri biçiminde tüm canlılara dağılır. Bitkilere besinlerini ürettiklerinden üreticiler denir. Sadece bitkilerle beslenen hayvanlara birincil tüketiciler, bunlarla beslenenlere ikincil tüketiciler denir. İkincil tüketicilerle beslenen diğer bir gruba ise üçüncül tüketiciler adı verilir. Zincirin her basamağında oluşan bitkisel ve hayvansal kalıntıları topraktaki humus ve minerallere dönüştüren bazı bakteriler ve mantarlardan oluşan ayrıştıcılar bulunur.Ot - çekirge - kurbağa - yılan(Üretici) (birincil tüketici) (ikincil tüketici) (üçüncül tüketici)Çevre kirliliği:Çevre kirliliğini oluşturan etmenler:1)Bitki örtüsünün tahribi: İnsanlar yerleşme,tarla açma, tesis kurma, yol yapma ve orman yangını gibi nedenlerle bitki örtüsünü tahrip ederler. Çıplak kalan arazilerde toprağın verimli üst katmanı su, rüzgar, çığ, buzul, yağmur, sel ve yerçekimi gibi etmenlerin etkisiyle aşınıp taşınır,buna erozyon denir. Erozyonun önlenmesi için bitki örtüsünün korunması, eğimli arazilerin teraslama ile eğime dik olarak sürülüp ekilmesi gerekir. 2)Toprak kirliliği: Toprağa karışan zararlı maddeler toprağın özelliğini bozar. Toprağı verimsiz hale getir. Kirlenen toprakta verim düşer, üretim azalır ve arazi çoraklaşır. Toprağın kirlenmesi özellikle tarım alanlarında kullanılan yanlış ilaçlama, yanlış gübreleme ve aşırı sulama ile gerçekleşir. Aşırı sulama, topraktaki minerallerin çözünerek taşınmasına neden olur. Buda bitkilerin büyüme ve gelişmesini engeller. Kirlenen toprakta zehirli maddeler bitkisel ürünlerde birikir ve böylece besin zinciri yoluyla kirlilik insana kadar ulaşabilir.3)Su kirliliği: Su, doğada bir döngü içindedir.canlılar suyu kullandıktan sonra çeşitli şekillerde döngüye geri verir. Deterjan, tarım ilaçları, makine yağları, sıcak su,petrol ürünleri gibi maddelerin su ortamına taşınması ile su kirliliği oluşur. Bu durum sudaki canlıları olumsuz etkileyerek,ölümlerine neden olur. 4)Hava kirliliği: Sanayi kuruluşları, termik santraller yada evlerin bacalarından ve taşıtların egzozlarından çıkan gazlar, hava kirliliğine neden olur. Özellikle kükürt içeren düşük kalorili kömürlerin yakılmasıyla oluşan kükürt dioksit (SO) gazı, havada su buharıyla birleşerek yeryüzüne asit yağmuru olarak iner. Asit yağmurları bitkilerin solunum ve fotosentez işlevini azaltarak, ölümüne sebep olur. Ayrıca atmosferde biriken karbondioksit (CO) gazı, yeryüzüne yansıyan güneş ışınlarını tutar ve atmosfere gitmesini engeller. Bu olay sonucu yeryüzünün ısınmasına sera etkisi denir. Sera etkisi anormal hava koşullarına ve iklimde değişmelere neden olur.

Mantarlar


Mantarlar (Fungi) Tek veya çok hücreli ökaryotik canlılardır. Latince deFungus mantar Fungi ise mantarlar, anlamındadır
Halk arasında küf, pas, rastık, maya, mildiyö, şapkalı mantar, kav mantarı, puf mantarı gibi çeşitli isimlerle anılan bütün mantarlar, mantarlar (Fungi) alemi içersinde incelenirler.
Dünyanın her bölgesinde, daha çokta nemli yerlerde bulunurlar. Yeryüzünde türü tanımlanan 69000 kadar mantar türü bulunmaktadır. Gerçekte ise 1,5 milyon kadar türü olduğu tahmin edilmektedir.
Mantarlar sporlu genellikle eşeyli üreyen heteretrof olarak beslenen ökaryotik canlılardır.
Mantarlar klorofilsiz olmalarıyla hayvanlara, aktif hareket edememeleriyle de bitkilere benzerler. Mantarlar dışardan besin alarak (heterotrof) beslenirler. Parazitik, çürükçül veya simbiyotik olarak yaşayabilirler. Besinlerini hücre dışında sindirdikten sonra absorbisyonla hücre içine alırlar. Parazit mantarlar çoğunlukla bitkileri, bazen hayvanları ve insanlarda hastalıklara neden olabilirler. Saprofit mantarlar ise bazı bakteri türleri gibi, cansız organik maddeler üzerinde yaşarlar. Hücreler zarlarının dışında hücre çeperleri vardır. Sporla ürerler. "Hif"denilen ipliksi bir yapı halinde somatik yapıları bulunur.

Mantarlar sporlarla ürerler. Eşeyli ve eşeysiz olarak üreyebilirler. Eşeyli üremeleri iki haploid hücrenin birleşmesi ie olur. Olgunlaşmış Mantardan dökülen sporlar rüzgarla ya da böceklerle çevreye dağılırlar. Bu sporlar toprakta yıllarca yaşayabilirler. Tek hücreli mantarlar ise tomurcuklanarak çoğalabilirler Mantarlar nemli ortamlarda gelişirler, bu nedenle yağmurlardan sonra topraktaki sporlar çimlenerek mantarları oluştururlar.
Yaşam döngülerinde iki safha bulunmaktadır. Bunlar:
Somatik safha ; mantarın beslenme ve besinsel aktivitelerini yerine getirdiği safha,
Üreme safhası ; sporların üretimi, somatik yapıların diğer üreme yapılarında kullanıldığı safha.

Mantarlar insanlık için büyük öneme sahiptirler. Ekosistemin önemli parçalarıdır. Çürükçül mantarlar; organik maddeleri parçalayarak onların tekrar ekosisteme dönmesini sağlarlar. Toprağın yapısını bitki gelişimi için uygun hale getirirler. Baklagillerin köklerine tutunarak mikoriza denilen birlikteliği oluşturular. Bu sayede mantar beslenmesini sağlarken baklagil kökününde topraktan mineral almasını sağlar. Yani burada karşılıklı fayda vardır(mutualizm). Bazı mantar türleri ise eklembacaklılarda bulunan selülozun sindirimini sağlarlar. Mantarların, hayatın devamını sağlayan buna benzer daha birçok görevi vardır.

Likenler mantarlar ile Alglerin birleşmesinden oluşmaktadır. Likenler ekosistem için çok faydalıdır. Burada yine karşılıklı fayda vardır. Bazı parazitik mantarlardan tarım zararlıları ve hastalıklarıyla biyolojik mücadelede yaralanılmaktadır. Bazı marketlerde "Collego" adıyla satılan ürün, yabancı otlarla mücadelede kullanılan Colletotrichum gloeosporoidestüründen elde edilen bir mikoherbisitdir.
Gerçek mantarlardan olan mayalar, fırıncılık ve fermantasyon endüstrisinin temelini oluştururlar. Alkollü içki endüstrisinin temelini de mantarlar oluşturmaktadır. Bununla beraber, sitrik asidin endüstriyel olarak üretilmesinde ve bazı peynir tiplerinin hazırlanmasında da (rokufor, gorgonzola, kamembert gibi) kullanılırlar.Penisilin gibi birçok yararlı antibiyotiğin, thiamin, biyotin, riboflavin gibi bazı vitaminlerin; ergotamin, kortizon gibi önemli ilaçların kullanılmasında yine mantarlardan yaralanılmaktadır. Amilaz, pektolaz gibi enzimler; gibberellin gibi bazı hormonlar da mantarlardan yararlanılarak üretilmektedir. Ayrıca genetik çalışmalarda kullanılan Neurospora cinsi yine bir mantardır.
Mantarlardan insanların çeşitli amaçlarla yararlandıkları cinslerden bazıları; fermantasyon yaparak alkollü içkilerin hazırlanmasında ve ekmek yapımında kullanılan Saccharomyces türleri, antibiyotik eldesinde kullanılan Penicillium türleri ve ergot alkaloitlerinin elde edildiği Claviceps purpurea dır.


Ustilago maydis mantarı Şili gibi bazı ülkelerde mısır bitkisinde yetiştirilir ve gıda olarak kullanılır.
Avrupa, Amerika, Çin ve Japonya'da gıda olarak mantar yetiştirme bir endüstri halini almıştır. Çin'de mantar yetiştiriliciği 600 yıl öncesine kadar dayanır. Avrupa'da isa 1650'li yıllarda Fransa'da kültür mantarı yetiştiriciliği başlamıştır. Şili gibi bazı Güney Amerika ülkelerinde Aztekler zamanından beri bilinen mısır rastığı (Ustilago maydis), bazı mısır tarlaları özellikle bu mantar ile enfekte edilerek üretimi yapılmakta ve yenilmektedir.
Mantarlar gelişmek için; nem, sıcaklık, 4-7 arası pH, oksijen, az miktarda ışığa ihtiyaç duyarlar.

Mantarlar bitkilerde çoğunlukla hastalığa neden olurlar.
Birçok yabani mantar doğadan toplanıp yenebilir ve çoğunun kültür türlerinden daha lezzetli olduğu söylenir. Fakat doğal yetişmiş mantarları toplayan kişi bu konuda uzman olmadığı takdirde zehirlenme ve ölümlerle karşılaşılabilir. Çünkü bazı mantarların çok küçük bir miktarı bile insanı öldürecek kadar zehirlidir. Zehirli mantarları zehirsizlerden ayırmak için genel bir kural yoktur.
Yenebilen ve zehirli, mantarlar yan yana yetişebilirler. Bazı yenebilen ve zehirli türler birbirine o kadar benzer ki bunu ancak bir mantarbilimci ayırt edebilir. Zehirli mantarların tadı yenebilen mantarlarınkinden farklı değildir. Etinin rengi, kokusu ve tadı ile bir mantarın zehirli olup olmadığı anlaşılamaz.
Mantarların insan ve hayvanlarda oluşturduğu hastalıklara genel anlamıyla "mikoz" denir. Tropikal ülkelerde mikozlar yaygındır. AIDS, kanser, şeker hastalıkları, organ nakli gibi durumlarda doğal veya yapay olarak bağışıklık sistemi baskılanığı için mantar enfeksiyonları ortaya çıkabilir. Mantar sporları havaya karışarak insanda alerji ve astıma sebep olabilirler. Bitkilerde parazitik mantarlar hastalıklara neden olurlar. Özellikle tek cins ürüne dayalı tarımda (patates, pirinç gibi) büyük kayıplara yol açabilirler. Örneğin 1840'lı yıllarda İrlanda'da baş gösteren kıtlığa patates mildiyösü (Phytophthora infestans) neden olmuştur. Bu felaketten dolayı bir milyondan fazla insan ölmüştür. 1943'de ise Bengaldeş'de Helminthosporium oryzae diye bilinen tür, pirinç ürününü yok ederek kıtlığa neden olmuştur.
Mantarlar, ılıman iklimlerde elbiselerin, kameraların, teleskopların, mikroskopların ve diğer optik malzemelerin küflenerek zarar görmesine neden olurlar. Petrol ürünleri, deri gibi organik maddeler de mantarların besin olarak kullandığı ürünlerdir. Çürükçül mantarlar aynı zamanda tomruk ve kerestelerin, ağaçtan yapılmış eşyaların çürüyerek kullanılamaz hale gelmesinden de sorumludurlar. Ayrıca evlerde, marketlerde besinleri bozarak milyarlarca dolarlık zarara neden olurlar. Gıdalarda oluşturdukları mikotoksinlerle toksik zehirlenmeler yol açabilirler. Özellikle okratoksinler ve aflatoksinler, böbreklerde ve karaciğerde hasarlara neden olurlar. "Çavdar mahmuzu" diye bilinen mantar, çavdarın ununa karışıp yenmesiyle ergotizm denilen hastalığa neden olmaktadır. Bazı mikotoksik mantarlar Vietnam ve Afganistan'da biyolojik silah olarak kullanılmıştır.

Bakteriler


Monera aleminde yer alan prokaryot (çekirdeksiz) canlılardır. Toprağın derinliklerinde,atmosferin üst katlarında,donmuş topraklar içinde küçük su birikintilerinde ve her türlü çevre şartlarına uygun olarak bakteri ya da sporları bulunur. Bakteri hücresinin etrafını çeviren iki tip örtü vardır. İçte hücre zarı (plazma zarı),dışta ise hücre duvarı bulunur.Yapısında,protein,yağ ve karbonhidrat bulunur. Çok sayıda bakteride hücre duvarına ek olarak polisakkaritlerden oluşan bir kapsül bulunur. Oksijenli solunum yapan bakterilerde mezozom denilen,mitokondri'ye benzeyen kıvrımlar görülür.Solunum enzimleri, mezozom zarlarında ve sitoplazmada dağınık halde bulunur.Birçok bakteride kamçı bulunur.Kamçılarıyla sıvı ortamda rahat hareket ederler.Bakteri hücresinde, DNA,RNA,sitoplazma ve ribozom bulunur.Ribozomun dışında hiç bir organelleri bulunmaz.Bacillaceae familyasına giren bakteriler besin yokluğu,kuraklık,aşırı miktarda metabolik ürün birikmesi vb.şartlarda endospor oluştururlar.Bakteri sporları yıl hatta yüzyıl boyunca canlı kalabilirler.Bu nedenle en dayanıklı canlı formu olarak bilinirler.


Bakterilerin sınıflandırılması:
Gram boyasına göre:
a) Gram (+) pozitif bakteriler
b) Gram (-) negatif bakteriler
Oksijen ihtiyacına göre:
a) Aerob bakteriler: Oksijenli ortamda yaşayan bakterilerdir.
b) Anaerob bakteriler: Oksijensiz ortamda yaşayan bakterilerdir.
c) Fakültatif bakteriler: Oksijenin hem varlığında hem de yokluğunda yaşayabilen bakterilerdir.
d) Mikroaerofil bakteriler: Bunlar az oksijenli ortamda yaşayabilen bakterilerdir.Beslenme Şekillerine Göre:Ototrof bakteriler: Enzim sistemleri gelişmiş olan canlılardır.Kullandıkları enerji kaynağına göre iki grupta incelenirler.Organik madde sentezi için gerekli enerjiyi ışıktan sağlayanlara fotoototrof veya fotosentetik bakteriler denir.Bu bakterilerin tamamen sitoplazmaya dağılmış olan ve bakteriyoklorofil adı verilen pigmentleri vardır.Bu pigmentler yeşil bitkilerdeki klorofil moleküllerinden biraz farklıdır.H2,NH3,H2,Fe+2 gibi inorganik maddeleri oksitleyerek elde eder.Bu tür bakterilere kemoototrof veya kemosentetik bakteriler denir.

Heterotrof Bakteriler: Bu bakteriler,inorganik maddelerden organik madde sentezleyemezler.Dış ortamdan hazır besin alırlar.Bitki ve hayvan artıklarındaki veya ölülerindeki karmaşık organik molekülleri basit organik moleküllere parçalayarak onların çürümelerine yol açan bakterileresaprofit (çürükçül) bakteriler denir. Çürükçül bakterilerin tüm canlılar için önemi şöyle özetlenebilir:
*Doğadaki madde dönüşümünü sağlarlar.
*Bazı zehirli maddelerin (NH3 gibi),kullanışlı zehirsiz maddelere döüşmesine yardımcı olurlar.
*Organik artıkları (insan,hayvan artıkları gibi)inorganik maddelere dönüştürerek çevre kirliliğini önlerler.
*Organik maddeyi başka organik maddelere dönüştürürler.Örneğin; sütün yoğurda veya peynire dönüşmesini sağlar.Bazı bakterilerin sindirim enzimleri yoktur.Bu nedenle sindirilmiş ve hücre zarından geçebilen glikoz,aminoasit gibi maddeleri diğer canlı organizmalardan hazır olarak alırlar.Bu bakteriler parazit bakteriler denir.Parazit bakterilerden bazıları hastalık yapar. Bunlara patojen bakteriler denir.

Bakterilerde Üreme: Bakterilerin çoğalması hem eşeyli hem de eşeysiz üreme yoluyla olur.
Eşeysiz Üreme: DNA kendisini eşler,yeni oluşan DNA'lar ayrılırken,aynı anda hücrenin kendisi de ikiye bölünür.Ortaya çıkan yeni bakterilerin kalıtsal yapıları aynıdır.Böylece temel özelliklerin sürekliliği sağlanır.Ortamda yeterli besin maddesi varsa 6 saatte,bir bakteriden 250.000 bakteri hücresi oluşur.Fakat bu artış sürekli değildir.Çünkü bakteriler çok geçmeden ortamdaki besin maddelerini tüketirler.Bu süre içerisinde metabolizma sonucu oluşan artık maddelerin birikmesi bakterilerin ölümüne sebep olurlar.Böylece üreme sınırlanır.
Eşeyli Üreme: Bakterilerin eşeyli üremesi konjugasyon (kavuşma) yoluyla gerçekleşir.Aynı türden olan iki bakteri yan yana gelerek sitoplazmik köprü oluşturur.Bu köprü yardımıyla DNA aktarımı olur.Kalıtsal maddeyi veren erkek,alan hücre ise dişi olarak kabul edilir.Oluşan yeni bireyler arasında kalıtsal farklılık görülür.

Bakteride konjugasyon
Bakterilerde,konjugasyondan başka genetik çeşitliliği arttıran diğer bazı olaylar şunlardır:a) Transformasyon: Aynı tür bakteriler arasında görülür.Bir bakterinin ölüm veya ayrışma sonucu ortama verdiği DNA'nın,fagositozla başka bir bakteriye alınıp kendi kromozom ve DNA'sına eklenmesidir.b)Transdüksiyon: Bakteriyofajın kendine ait veya bakteriye ait DNA'yı başka konukçu bir bakteriye taşımasıdır.c)Mutasyon: DNA'da meydana gelen ani değişmelere denir.DNA molekülünün bir nükleotidinin değişmesiyle oluşan mutasyona nokta mutasyon denir.

Virüsler


Virüsler çok küçük mikroorganizmalardır. Normal Mikroskoplarla görülmezler. O yüzden ancak Elektron mikroskobunun bulunmasıyla virüslerin farkına varılmıştır.
İlk olarak tütün bitkisinin yapraklarında hastalık meydana getiren virüs bulunmuştur. Daha önce tütünlerde bu hastalığın bakteriler tarafından meydana getirildiği sanılıyordu, fakat incelemelerin hiç birisinde bakteriye rastlanmıyordu. Hasta tütün yapraklarından elde edilen özütün elektron mikroskobuyla incelenmesinden sonra hastalığın bakteri dışında yeni bir mikroorganizma tarafından meydana getirildiği görüldü. Bu mikroorganizmalarda daha önce hiç rastlanılmayan ve bilinmeyen bir yapı ortaya çıktı. Normal hücre yapısına benzemeyen virüslerde sadece dış tarafında bir protein kılıf ve içerisinde nükleik asit vardı. Bunların dışında stoplazma, organel gibi yapılar bulunmuyordu. Bu yapıda onların zorunlu parazit yaşamalarını gerektiriyordu.Bir virüsün yapısı sadece dışta bir protein kılıf ve içerisinde nükleik asitten meydana gelir. Herhangi bir organeli ve enzimleri olmadığı için normal bir hücre gigi yaşamlarını sürdürebilmeleri olanaksızdır. Yaşamsal faaliyet (üreme gibi) gösterebilmek için mutlaka canlı bir hücreye girmeleri gerekir. Hücre dışında ise kristal halde bulunurlar. Bu yüzden bilim adamları tarafından cansızlık ile canlılık arasında geçiş formu olarak kabul edilirler.

Fotosentez ve Solunum

FOTOSENTEZ

Bitkiler kendileri, hayvanlar ve insanlar için besin üretmek zorundadırlar. Bu nedenle yapraklarındaki klorofil aracılığı ile güneş ışığını toplarlar. Toplanan güneş ışığı kimyasal enerjiye dönüştürülerek, genelde nişasta olarak depolanır ve gelişmek, büyümek için yakıt olarak kullanılır. Bitki güneşten aldığı ışık enerjisi ile karbondioksit ve sudan yararlanarak zengin içerikli bir besin olan glikoz (şeker) elde etmektedir. Besin elde etme adına gerçekleşen bütün bu kimyasal süreç Fotosentez olarak ifade edilir. Fotosentez için en temel şart, ışık ve ısı dır. Bitkiler ışık olmadan asla yaşayamazlar...
Yapraklar, bitkilerin besin üretim merkezidir. Bitki yapraklarını oluşturan hücrelerin içinde kloroplast denilen, çok küçük yapılar vardır. Bu yapıların içindeki yeşil renkli boyar madde (pigment) olan klorofil maddesinin görevi ışık yakalamaktır. Kloroplastlar güneş ışınlarını bir panel gibi toplayıp, kollektör gibi enerjiye dönüştürerek besin üretirler... Üretilen besin yapraklardan, bitkinin beslenmesi gereken diğer bölümlerine götürülür.

Ayrıca fotosentez ile üretilen besinler besin zinciri yardımıyla diğer canlılara geçer.

SOLUNUM

OKSİJENLİ (AEROBİK) VE OKSİJENSİZ (ANAEROBİK, FERMANTASYON) SOLUNUM

Solunum, canlılarda enerji oluşturmaya yarayan fiziksel ve kimyasal işlemleri topluca belirten terim. Hücrelerin görevlerini yerine getirmesi enerjiye bağlı olduğundan bütün organizmalar solunum yapar ve solunum sırasında oluşan enerji, besin moleküllerinde saklanır.
Birhücreli organizmaların bazılarında, besin moleküllerinin bir ölçüde parçalanmasıyla, az oranda enerji veren bir solunum biçimi görülür; oksijen gerektirmediğinden, bu işleme oksijensiz (anaerobik) solunum denir: Oksijen yetersizliğinde, birçok organizma ve memeli hayvanların doku, kas gibi yapılarında oksijensiz solunum görülür. Kaslarımızın uzun süreli çalışması sonucu oluşan aşırı yorgunluğun sebebi kaslarımızın oksijensiz solunum yapmasındandır.

Yeterli oksijen bulunduğu zamansa organizmalar, daha verimli olan havalı (aerobik) solunum yaparlar: Hücrede gerçekleşen biyokimyasal tepkimeler dizisinde besin maddeleri, karbon dioksit ve su gibi yalın organik moleküllere ayrışarak, havasız solunum. dakinden çok daha fazla enerji verirler.
Havalı solunumun verimi, hücrelere oksijen taşıyan ve karbon dioksit gibi artıkların atılmasını sağlayana sistemin iyi çalışmasına bağlıdır. Bunun için de akciğer ya da solungaç gibi geniş soluma yüzeyleri ve dokulara oksijen getirip artıkları götüren bir dolaşım sistemi gereklidir. Soluk alma ve hücrelere oksijen sağlama işlemlerine dış solunum, hücrenin mitokondrilerinde enerji oluşturan biyokimyasal tepkimelere de iç solunum ya da hücresel solunum denir.

Kadın ve Erkekte Cinsel Organlar ve Üreme

Kadın ve erkeğin kendi vücudunu ve eşinin vücudunu bilmesi, sağlıklı cinsellik açısından da önemlidir.

1. Kadın Üreme Organları

Pelvis
Kadın bedeninde cinsel organların büyük kısmı vücudun içinde bulunur ve leğen kemiği (pelvis) adı verilen kemik bir yüzeyin üzerinde bağlar, karın zarı ve kaslarla örtülüdür.

Dış Organlar
Kadınlarda dış cinsel organlar doğum kanalının girişini çevreleyen kalın ve ince dudaklar olarak isimlendirilen yumuşak dokulardır. Dudaklar üst üste birleşirler ve ön tarafta bulunan “klitoris” adı verilen oluşumu korurlar. Klitoris ve çevresi cinsel uyarılma açısından en duyarlı bölgelerdendir. Kadınlarda üreme kanalının (vajina) girişi yakınlarında iki açıklık daha vardır. Bunlardan öndeki idrar, arkadaki ise dışkı çıkışının olduğu (makat, anüs) açıklıklardır.

Vajina
Vajina 7-8 cm. uzunluğunda, kaslı, üst ucu rahimle bağlantılı, alt ucu dışarıya açılan esnek bir kanaldır. Vajina rahime geçmek üzere erkek tohum hücrelerinin döküldüğü kanaldır. Üreme için gerekli olan cinsel ilişki vajina yoluyla olur. Vajina cinsel uyarı sonucunda kendiliğinden ıslanır, genişler ve cinsel ilişki sırasında organların sürtünmelerini acısız hale getirip, kolaylaştırır.

Vajinanın alt bölümünde kanal girişini kısmen kapayan ince ve esnek zara kızlık zarı (himen) adı verilir. Kızlık zarı penisin vajinaya girdiği ilk cinsel ilişki sırasında genellikle kolayca yırtılır. Görülebilen hafif kanama kısa sürede kendiliğinden durur. Ancak ani zorlamalarda oluşan yırtıklar fazla kanama yapabilir, ender olarak doktor yardımı gerekebilir. Bazen cinsel ilişki sırasında yırtılmayan esnek zarlar da vardır. Bu durumda ilişki sırasında kanama olmaz.

Daha önce cinsel ilişkisi olmamış çiftler ilk kez birlikte olduklarında, cinsel ilişkiye giremeyebilirler. Bu endişe edilecek bir durum değildir. Cinsel ilişki daha sonra, kadın ve erkeğin karşılıklı olarak istek duyduğu ve kendilerini rahat hissettiği ortamlarda tekrar denenebilir. Bu konudaki acelecilik ve zorlamalar bir takım sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir. Çift, ruhsal ve yapısal bazı özelliklerin ilişkiyi engellediğini düşünürse, bu konunun danışabileceği bir merkeze başvurabilir.

Rahim
Rahim, mesane ile kalın barsak ucu arasında kaslardan yapılmış, içi boş, biçim olarak ters duran armuda benzeyen bir iç üreme organıdır. İç yüzeyi gebelikte bebeğin yerleşmesi ve gelişmesine uygun kan damarları ile dolu bir tabakayla kaplıdır. Rahmin asıl işlevi bebeğe anne karnında yaşama ortamı sağlamaktır. İç tabaka her ay hormonların etkisiyle gebeliğe hazırlanır. Ancak gebelik oluşmadığında, bu doku adet kanaması olarak dışarıya atılır. Bu süreç ergenlikte kadının ilk adet gördüğü yaştan, menopoza girene kadar her ay, bir düzen içinde tekrarlanır. Rahmin alt bölümündeki dar kısma rahim ağzı (serviks) adı verilir. Rahmin üst iki yanında, her biri yaklaşık 10 cm. uzunluğunda, saçak şeklinde uzantıları olan iki tüp (fallop tüpleri) vardır. Bu tüpler yumurtalığın çevresini sararak sonlanır ve yumurtalıkta her ay oluşan yumurtayı rahme iletmekle görevlidirler. Ayrıca yumurtanın erkeğin spermi ile döllenmesi de tüplerde gerçekleşir.

Yumurtalıklar
Rahmin iki yanında 1-2 cm büyüklüğünde, badem şeklindeki organlardır. Her yumurtalık, ergenlik başlangıcında yüzbinlerce olgunlaşmamış yumurta hücresi içerir.

Adet Görme

Kadınlar, ergenlik çağında cinsel olgunluğa ulaştıktan ve doğal gelişimlerine eriştikten sonra, ortalama her 28 günde bir vajinal kanama görürler. Her kadın aynı aralıklarla ya da aynı sürede adet olmayabilir. Ancak, 21-35 gün aralıklarla adet görülmesi doğal sayılır. Adet süresinin uzunluğu da 2-7 gün arasında değişebilir. Önemli olan, kanamanın başlangıçta az olması, sonra çoğalarak bir tepe noktaya varması ve sonunda tekrar azalarak bitmesidir.

Her ay yumurtalıklarda bir çok yumurta taslağı olgunlaşmaya başlar. Bu sürede rahim içi dokusu da kalınlaşarak kanlanmaya başlar. Olgunlaşan yumurta taslaklarından en gelişmiş olanı yuvasını çatlatıp yumurtalıktan çıkar. Yumurta, tüplerin ucunda bulunan ince uzantılar tarafından içeriye çekilir. Kadın yumurtası 24 saat canlı kalır, bu sürede tüp içindeyken spermle karşılaşırsa, döllenme gerçekleşir. Döllenmiş yumurta daha sonra tüplerden rahim içine aktarılır ve rahim duvarına yerleşir. Döllenme olmadığında yumurtanın yerleşmesi için gelişmiş olan rahim dokusu kanamayla birlikte dışarı atılır. Kadınlarda adet görme denen bu durum ortalama 28 günde bir olur. Ancak bu süre, kadından kadına 21 gün ile 35 gün arasında değişebilir. Her ay birkaç günlük değişiklikler normaldir. Bu süre değişse bile yumurtlama her zaman adetten yaklaşık iki hafta önce olur. Yumurtlamadan önceki ve sonraki birkaç gün gebelik için en uygun dönemdir, çünkü spermler kadın vücudunda 5-7 gün canlı kalabilirler.

Adet kanaması kirli kanın atılması (kirlenme) ya da gerçek bir kanama değildir. Aynı zamanda, bu kanama her hangi bir kesik ya da yaralanma sonucunda oluşmadığından adet görmek, bir hastalık ya da sakatlık olarak algılanmamalıdır.

2. Erkek Üreme Organları

Penis; idrar ve üreme salgısı kanalının çevresini saran süngersi bir yapıda kan damarlarından zengin bir organdır. Penisin ucunda yer alan açıklıktan hem idrar hem de meni ayrı zamanlarda dışarıya atılır. Penis uyarıldığında damarların kanla dolmasıyla büyür ve sertleşir. Buna sertleşme (ereksiyon) denir.
Penis kökünün altında yer alan
testisler (erkek yumurtalığı, hayalar, erbezi) deri ile kaplı torba şeklinde bir yapının (skrotum) içinde korunurlar. Organı kaplayan deri ergenliğin başlamasıyla koyulaşıp kalınlaşır.
Bu torba içindeki
erbezleri (testis) ergenlik öncesinde küçük, erişkinde ise 20-30 gr. ağırlığında, 4-5 cm uzunluğunda, 2.5 cm. genişliğinde yumurtaya benzer şekildedir. Testislerüreme hücreleri (sperm) üretirler, ayrıca erkeklik hormonu testosteron salgılarlar.
Spermler gözle görülmeyecek kadar küçük, hareketli hücrelerdir. Sperm kanalları yoluyla vücut dışına atılırlar. Testislerden çıkarak idrar yoluna doğru uzanan iki uzun sperm kanalı, idrar kesesinin altından geçer ve penis içinde dış idrar açıklığına dek uzanır. İdrar kesesinin altında yer alan prostat bir salgı bezidir. Spermlerin içinde yüzdüğü sıvı bu küçük organın salgısıdır
(meni). Sıvı vajinanın kimyasal ortamını sperm hareketine uygun hale getirir. Spermlerin dışarı atılmadan önce biriktikleri iki küçük kesecik de (seminal kese) mesanenin iki yanında yer alır.

Kaynak: Bilkent Üniversitesi


Türkiye 'de Mikrobiyolojinin Kurulması

Yurdumuzda mikrobiyoloji alanındaki ilk çalışmalar aşı yapmakla başlamış ve buna da çiçek hastalığı ve aşı hazırlama çabaları önderlik etmiştir. Bu yöndeki aktiviteler, 1840 yılından sonra giderek gelişmiş ve çiçek aşısı hazırlanarak başarı ile kullanılmıştır.

Pasteur 'ün, Paris Tıp Akademisi'nde, 27 Ekim 1885'de verdiği "Isırıldıktan Sonra Kuduzdan Korunma" adlı bildiri dünyada büyük yankılar yarattıktan ve aynı tebliğ 31 Ekim 1885'de İstanbul'da yayımlandıktan sonra, kuduz üzerindeki çalışmaları yakından izlemek amacı ile, Osmanlı Hükümeti tarafından, Tıbbiye Mektebi Dahiliye Muallimi Dr. Aleksander Zoeros Paşa başkanlığında, Veteriner Hekim Hüseyin Hüsnü ve Zooloji Muallimi Dr. Hüseyin Remzi Beyler 'den oluşan üç kişilik bir heyet, Pasteur 'ün yanına Fransa'ya gönderildi (1886). Bu heyetle birlikte, Padişah Abdulhamid, Pasteur 'e verilmek üzere, bir nişan ve laboratuarına yardım için 1000 altın göndermiştir. Paris 'de Pasteur 'ün yanında 6 ay kalan ve kuduz hastalığı aşısının hazırlanması ve kullanılması konularındaki tüm bilgileri öğrenen heyet, yurda döndükten sonra da bu hastalık üzerindeki "Daül-kelb Ameliyathanesi"nde aşı yapımına başlamıştır (1887). Vet. Hekim Hüseyin Hüsnü ile Dr. Hüseyin Remzi Beyler de, Pasteur ve Chamberland'ın eserini "Mikrob Emrazı Sariye ve Şarboniyenin Vesaili Sirayeti ve Usulü Telkihiyesi" adı altında tercüme etmişler ve yayımlamışlardır (1887). Ayrıca, Dr. Remzi Bey, "Kuduz İlleti ve Tedavisi" adlı 19 sayfalık bir broşür neşretmiştir (1890).

Tıp Mekteplerinde 1891'de okutulmaya başlanan bakteriyoloji dersi, Veteriner Mekteplerinde ancak 1893'den sonra ve Dr. Rıfat Hüsamettin Bey tarafından okutulmaya başlanmıştır. İstanbul 'da 1893 'de, kolera vakalarının çıkması üzerine, önleyici tedbirlerin alınması ve hastalığın üzerinde gerekli araştırmaların yapılması için, Fransa'dan Dr. Andre Chantemesse getirildi. İstanbul'da 3 ay kadar kalarak kolera konusunda çok olumlu çalışmalar yapan bu kişiye, Rutbei Üla ile nişan verildi. Bu arada, Dr. Chantemesse, ülkemizde bir bakteriyoloji laboratuarının kurulması üzerinde ısrarla durdu ve böyle bir müessese kurulduğunda bunun idaresi için Dr. Maurice Nicolle'i tavsiye etti. Dr. M. Nicolle, 1893'de, İstanbul'a geldi ve Gülhane'de Tıbbıye Mektebi civarındaki bir binada çalışmaya başladı. Bu laboratuar, sonradan, Bakteriyolojihane-i Osmani olarak adlandırıldı ve Dr. Nicolle buranın müdürlüğüne atandı. Çalışma konularının fazla olması nedeniyle, bu bina da sonraları dar gelmeğe başladı. Bu yüzden, Nişantaşı 'ndaki Süleyman Paşa konağına nakledildi. Bu yeni binada, bakteriyoloji üzerinde kurslar düzenleyen Dr. Nicolle, doktor kursiyerlerin yanı sıra çok takdir ettiği Veteriner Dr. Refik Güran'ı da seçerek iştirak ettirdi.

Dr. Maurice Nicolle (1862-1920), İstanbul'da kaldığı 8 sene içinde, laboratuarları başarı ile yürütmüş, çok kıymetli çalışmalarda (sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, şark çıbanı, P. aeruginosa'nın pigmenti, sığır babesiozu, pnömokok, vaksin virusu) bulunmuş ve ülkemizde mikrobiyolojinin yerleşmesi ve gelişmesinde büyük katkıları olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında bakteriyoloji ve viroloji çalışmaları hem insan hekimliğine ait çeşitli müesseselerde (Telkihhane-i Şahane, Daülkelb Ameliyathanesi, Bakteriyolojihane-i Şahane, Mekteb-i Tıbbıye-i Askeriye ve Mektebi Tıbbiye-i Mülkiye ve diğer laboratuvarlarda) ve hem de Veteriner Hekimliğe ait organizasyonlarla (Bakteriyolojihane-i Baytar'i, Baytar Mektebi Alisi, Askeri ve Sivil Baytar Mektepleri, Pendik Bakteriyoloji hanesi ve diğer müesseselerde) yürütülmüştür.

Dr. M. Nicolle 'den başka, çalışmaları ve buluşları ile adları dünya literatürlerine geçmiş çok değerli meslektaşlarımız bulunmaktadır. Bunlardan kısaca bahsetmek yerinde olur. Ahmet Refik Güran (1870-1963), Dr. M. Nicolle ile birlikte 7 sene gibi uzun bir süre çalışmış, mikrobiyoloji alanında birçok değerli çalışmalar yapmış ve yayımlamıştır. Bakteriyolojihane-i Osmani'de; sularda bulunan kolibasillerin envari, Vebaibakari hastalığı ve serumu, lökosit sayımı, keçi ciğer ağrısı hastalığı; Baktriyolojihane-i Baytari'de: Barbon aşısı, şarbon aşısı, şarbon serumu, tavuk kolerası aşısı, kuru serum, kan alma ve vermeye yarayan alet ve periton kanülü yapan Dr. Refik Güran, ayrıca ilk Türk peptonunu da yapmayı başarmıştır.

Yukarıda bildirilen çalışmaları yanı sıra, daha birçok önemli incelemeleri ve ihtira beratı almış olduğu buluşları da olan Dr. Refik Güran, yurdumuzda bakteriyolojinin kurulmasında, gelişmesinde, bakteriyoloji laboratuar veya enstitülerinin açılmasında, bakteriyologların yetişmesinde çok büyük katkıları olmuş bir bilim adamımızdır.

Adil Mustafa Şehzadebaşı (1871-1904), Dr. R. Güran'ın çok yakın çalışma arkadaşlarından biridir. Dr. Nicolle ile birlikte ve özellikle sığır vebası üzerinde yaptıkları araştırmalarla kendilerini dünya literatürlerine geçirmişlerdir. Bu iki bilim adamı, ilk defa, sığır vebası etkeninin filtreleri geçtiği ve süzüntünün hastalık yapıcı nitelikte olduğunu deneysel olarak ispat etmişlerdir (1897). Fransa'da Prof. Nocard'in yanında da çalışarak difteri serumu hazırlayan Dr. Adil Bey, ayrıca, malleus ve piroplasmosis üzerinde de değerli araştırmalar yapmıştır. Kendisi, sivil ve askeri okullarda da bakteriyoloji öğretmenliğinde bulunmuştur.

Nikolaki Mavridis (Mavraoğlu) (1871-1955), Veteriner mikrobiyoloji alanında çok değerli çalışmalar yapmıştır. Özellikle, sığır vebası, keçi ciğer ağrısı, malleus, tavuk kolerası, barbon ve diğer hayvan hastalıkları üzerinde kıymetli çalışmaları vardır. Mavraoğlu, Refik Güran ve Adil Şehzadebaşı Bey 'lerin çok yakın çalışma arkadaşlarıdır.

Osman Nuri Eralp (1876-1940), bakteriyoloji ve viroloji üzerinde değerli araştırmalar yapmış bir bilim adamıdır. Çalışmalarını, özellikle, tüberküloz, tüberkülin, şarbon, sığır vebası, kolera, gonokok, frengi, sütte yaşayan ve sütle bulaşan mikroorganizmalar ve diğer konular kapsamaktadır.

Rıza İsmail Sezginer (1884-1963), Baytar Yüksek Mektebinde salgın hastalıklar, bakteriyoloji ve gıda kontrolü dersleri vermiş, İstanbul mezbahasının kurulmasında önemli rol oynamış ve bunun laboratuvar şefi olmuş ve ayrıca kıymetli çalışmalar yapmış olan bir bakteriyoloğumuzdur.

Ahmet Şefik Kolaylı (1886-1976), sığır vebası virusunun insanlarda hastalık oluşturmadığını, sığır vebasına tutulan hayvanların kesilerek etlerinin askerlere yedirilebileceğini, böyle etleri yiyenlerde hastalık görülmesi halinde kendisinin kurşuna dizilmesini isteyen ve bu cesareti gösteren değerli bir bilim adamıdır. Çatalca'da bulunan aç ve gıdasız askerlerin bu etleri yemesinden sonra Edirne şehri düşmandan bu askerler sayesinde kurtarılmıştır. Şefik Kolaylı Bey özellikle, sığır vebasına karşı serum hazırlamış ve böyle müesseselerde bulunmuştur. Ayrıca, tüberkülin, mallein, tavuk kolerası ve barbon aşıları da hazırlamış, sığır vebası, antraksın teşhisi, çiçek aşısı, keçilerin bulaşıcı salgın ciğer ağrısı üzerinde de çalışmıştır.

Prof. Dr. Mustafa Arda
Kaynak : Temel Mikrobiyoloji

Mikrobiyoloji Alanında Nobel Ödülü Kazanan Bilim Adamları
1901 Emil Von Behring Difteri antitoksini ve serumlarla sağaltma yöntemleri
1902 Sir Ronald Ross Malarya üzerinde araştırmalar
1905 Robert Koch Verem etkeninin bulunması ve verem üzerinde çalışmalar, bakteri kültürleri üzerine araştırmalar
1907 C.L.A Laveran Hastalık yapan protozoonlar
1908 Elie Metschnikoff Bağışıklığın hücresel yönü ve fagositoz
1908 Paul Ehrlich Humoral bağışıklık
1913 C.Robert Richet Allerji ve anaflaksi
1919 Jules Bordet Bağışıklık ve komplement fikzasyon reaksiyonu
1928 C.J.H. Nicolle Tifüsun naklinde bitlerin rolü
1930 Karl Landsteiner İnsan kan gurupları üzerinde araştırmalar
1939 Gerhard Domagk Prontosilin bulunması ve antibakteriyel etkisi
1945 Sir Alexander Fleming, E.Boris Chain, Sir H.Walter Florey Penicilinin bulunması ve etkileri
1948 P.Hermann Müller DDT’nin bulunması.
1951 Max Theiler Yellow fever aşısı üzerinde araştırmalar
1952 S.Abraham Waksman Streptomisinin bulunması
1954 J.Franklin Enders, Thomas H.Weller, Frederich C.Robbins Poliomiyelit virusu ve diğer virusların hücre kültürlerinde üretilmeleri.
1958 Joshua Lederberg, George V.Beadle, Edward L.Tatum Mikrop genetiği
1960 Sir F.M.Burnet Transplante dokuların immunolojik kontrolleri.
1965 Andre Lwoff, Jacques Monod, François Jacob RNA’nın bulunması.
1966 Charles Huggins, Peyton Rous Kanser ve kanatlı sarkomu üzerinde çalışmalar
1967 R.Granit, H.R.Hartlin, G.Wald Fotoreseptörlerin fonksiyonları.
1968 R.W.Holley, H.Gobind, M.W. Nirenberg protein sentezinde genetik kodların çalışması.
1969 M.Delbrück, A.D.Hershey, E.Luria Bakteriyofajların hakkında yayınlar
1970 J.Axelrod. S.Bernard Katz, Ulf von Euler, Earl W.Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1971 E.Sutherland AMP’nin metabolizmadaki önemi
1972 Porter,R.R, Edelman,G.M İmmunoglobulinler üzerinde sütrüktürel çalışmalar.
1973 K.Von Frisch, K.Lorenz, N.Timbergen Evolusyon ve analoji üzerinde çalışmalar
1974 C.de duve, G.E.Palade Hücre anatomisi,sitokrom ve mitokondrialar hakkında yayınlar
1975 D.Baltimore, R.Dulbeco, H.M. Temin RNA’ya bağlı DNA polimerase üzerinde
1976 Baruch Blumberg Serum hepatiti.
1976 Daniel C.Gajdusek Latent virus hastalıkları
1977 Rosalyn Yellow Radio immunoloji üzerinde çalışmalar
1977 Andrew Schally, Roger Guillemin Üç ayrı hormon serbest bırakma faktörleri üzerinde araştırmalar
1978 N.O.Smith, D.Nathans, W. Arber Restriksiyon enzimlerinin bulunması ve bunların kullanılması
1980 B.Benarerraf, G.Snell, J.Dausset Histokompatibilite antijenlerinin bulunması
1980 P. Berg, W.Gilbert rekombinant DNA teknolojisinin gelişmesi
1980 F.Sanger DNA sekans analizlerinin yapılması.
1982 A.Klug Kristalografik elektron mikroskobun gelişmesi, virus yapısının aydınlatılması

1984 C.Milstein, G.J.F.Köhler Monoklonal antikorların elde edilmesi.
1984 N.K.Jerne İmmunolojide teorik çalışmalar
1986 E.Ruska Transmisyon elektron mikroskobunun gelişmesi

1987 S.Tonegawa antikor çeşitliliğinin genetik prensipleri.

1988 J.Deisenhofer, R.Huber, H.Michel Bakteri membranlarnda fotosentetik reaksiyon merkezleri.
1988 G.Elion, G.Hitching Kanser, malarya ve viral infeksiyonların tedavisinde kullanılan ilaçların geliştirilmesi
1989 J.M.Bishop, N.E.Varmus, S.Altman Onkogenlerin bulunması
1989 T.R.Cech Katalitik RNA’ların bulunması
1990 J.E.Murray İmmunsupresif ajan kullanarak transplantasyon
1992 E.H.Fisher, E.G.Krebs Protein kinasenin bulunması
1993 R.J.Robets, P.A.Sharp DNA’nın farklı segmentlerindeki genler
1993 K.B.Mullıs PCR’nin bulunması
1993 M.Smıth Site directed mutagenezis

Prof. Dr. Mustafa Arda
Kaynak : Temel Mikrobiyoloji

Genetik (Kalıtsal) Hastalıklar

Canlıardaki kalıtsal özelliklerin dölden döle nasıl aktarıldığını inceleyen bilim dalına genetik denir.Ayrıca "gen"in yapısını, görevini ve genlerde meydana gelen değişiklikleri de inceler.
Ilk genetik çalışmalarını Gregor Johann MENDEL yapmıştır. Bu yüzden genetik biliminin kurucusu ve babası sayılır. Yetiştirdiği bezelyelerdeki karakterleri inceleyen Mendel kalıtım ve de tabiki biyoloji bilimine çok büyük katkıda bulunmuştur.
Genetikle ilgili bazı kavram ve terimler:
Gen: Kromozomlar üzerinde bulunan yaklaşık 1500 nukleotitten meydana gelen ve canlının her türlü özelliğinin oluşmasını sağlayan yapı birimi.
Dominant (baskın, basat) gen: Fenotipte (kısaca dış görünüş denilebilir)özelliğini gösterebilen gen.
Resesif (çekinik) gen: Fenotipte özelliğini gösteremeyen gen.
Kromozom: Üzerlerinde genleri taşıyan DNA ve nukleoproteinden oluşan yapı.
Kalıtsal hastalık: Yavrulara kalıtım yoluyla geçen hastalıklar. Genelde kromozom yapısının yada genlerin yapısının değişmesiyle ortaya çıkar, öldürücü etkisi yoksa dölden döle aktarılır.
Mutasyon: Kromozomların yapısında, sayısında meydana gelen değişiklikler olabileceği gibi genlerin yapısının değişmesiyle de ortaya çıkabilir.( Mutasyon çok sık rastlanılan bir olay olmamakla birlikte radyasyon, ısı, pH ve kimyasal maddeler mutasyona sebep olabilir.
BAZI KALITSAL HASTALIKLAR VE BELİRTİLERİ
KROMOZOMLARA BAĞLI HASTALIKLAR
Süper dişi (XXX kromozomlu): Kadınlarda normalde cinsiyeti belirleyen kromozomlar olarak iki XX kromozomu bulunur. Fakat bazı durumlarda ayrılmamadan dolayı iki tane X kromozomu taşıyan yumurta hücresi X kromozomu taşıyan sperm hücresi ile döllenebilir. Bu durumda üç tane X taşıyan 47 kromozomlu bireyler oluşur. Bunlar normal görünümlüdür ve genelde doğurgan değillerdir. Zeka geriliği XX taşıyan bireylere göre iki defa daha fazladır. Bir çok kadın fazladan X taşıdığının farkında olmadan yaşar. Canlı doğan her 1200 kız çocuğunda bu özelliğe rastlanır.
Turner: X taşımayan bir yumurta hücresinin X taşıyan sperm hücresi ile döllenmesinden X0 (45 kromozomlu) zigot oluşur. Geliştiklerinde bu dişilerin boyunlarının iki yanında kalın deri kıvrımları vardır, fakat normal bir dişi gibi görünürler. Normal dişilerden biraz daha kısa boylu, parmakları kısa ve küttür. Eşeysel olgunluğa erişemezler, kısırdırlar.
X kromozomsuz düşük: X kromozomu taşımaya bir yumurta hücresinin Y kromozomu taşıyan bir spermle döllenmesi sonucu oluşacak bireylerin yaşama şansları yoktur. Çünkü hiçbir embriyo X kromozomu olmadan gelişemez. Bunun nedeni X kromozomunun bazı yaşamsal öneme sahip genleri üzerinde taşımasıdır.